FÜZYON

FÜZYON


“Kupaların Kupası Dünya Kupası” sözleri ile programa başlıyordu merhum Halit Kıvanç Meksika’86 öncesi TRT’de yaptığı programda ve bu sözler o günlerde çocuk olan bizlerin beynine kazınıyordu. O dönemde uluslararası arenaya çıkmak için en önemli sahne Dünya Kupası idi çünkü Şampiyonlar Ligi yoktu ve büyük oyuncular ancak o şekilde, dört senede bir de olsa, kendilerini gösterebiliyorlardı.

O günden bugüne 36 sene geçti ve köprünün altından çok sular aktı. Dünya’da futbol endüstrisinin geldiği nokta o dönemlerde hayal bile edilemeyecek bir noktaya çıktı. Güzel oyun diye adlandırdığımız futbol teknik, taktik, fizyolojik, ekonomik ve sosyolojik olarak yükselerek basını arsa değdirdi ve diğer spor dalları ile arasındaki farkı drastik olarak açtı.

Bugün iyi bir lig ve takımda oynayan oyuncu yılda ortalama 60 maç oynuyor ve bu artık normal bir frekans haline gelmeye başladı. 2020-2021 sezonunda Barcelona ve İspanya oyuncusu Pedri’nin çıktığı toplam maç Tokyo’daki Yaz Olimpiyatları esnasında 73’e ulaşmıştı ve bir ay içinde takımı yeni sezona başlıyordu.

Sözün özü bu kadar maç frekansının olduğu bir ortamda Dünya Kupası’nın cazibesi doğal olarak iniş trendine geçiyordu ve bu iniş aslında ulusal takımların karşılaşmalarında genel olarak son yıllarda yaşanan durağanlığın bir yansıması idi. Kabul etmemiz gerekir ki CL organizasyonu futbolu ayrı bir seviyeye taşıdı. “Football without borders” (sınırlar ötesi futbol) mottosu ülkelerden çok kulüp takımları düzeyinde daha fazla kabul gördü ve oyuncular milliyetlerinden çok kulüpleri ile anılır oldular.

İste bu ortamda gidilen Katar 2022 Dünya Kupası, şahsi kanaatimce, ulusal takım futbolunun yeniden doğusuna sahne oldu diyebiliriz. Kupanın neden Katar’da düzenlendiği tartışmaları yapıladursun, Kasım ayında oynanmasının bu turnuvanın ileride bu kadar sitayişle anılacak olmasındaki en önemli etken olduğunu düşünüyorum. 1990 yazından beri sistem, taktik, strateji üçgeninde boğulmuş olan milli takım futbolunun 2022 senesinin sonunda bu kadar keyif vermesindeki en önemli nedenlerden birisinin oyuncuların angarya olarak gördükleri haziran ayında değil de vücut olarak sezonun belki de en iyi döneminde oldukları Kasım-Aralık aylarında bu turnuvayı oynamış olmalarını gösterebiliriz. Yaz turnuvalarına göre en büyük fark bu organizasyon sonrasında bir yaz tatili değil de tüm hızıyla devam edecek yerel ligler ve uluslararası kupaların varlığıdır ve turnuva akabinde yatmaya zaman olmaması oyuncuyu hazır tutma konusunda hocaların elini güçlendirmiştir.

İşte bu ortamda sahada oynanan futbolu analiz edecek olursak turnuvanın sonuna kadar gidebilen takımların ortaya koyduğu oyunun bir “füzyon” olduğunu belirtmem gerekiyor. Öncelikle sunu belirtmeliyim ki, koyu bir La Masia ve tiki taka sevdalısı olarak bu oyuna biraz ara vermek gerektiğini kabullenmek gerekiyor. Ara vermek derken, yok etmek değil ama “upgraded (yükseltilmiş)” versiyonunu muntazam bir şekilde icra edinceye kadar bir kıs uykusuna çekilmek ve üzerine kafa patlatmak gerekecek gibi duruyor.

Luis Enrique’nin sahada uygulamaya koyduğu tercihlerinin günümüz oyun anlayışı karsısında büyük kısırlık yasaması beni bu fikre iten en büyük sebeplerin basında gelmektedir. Bu isin üçüncü nesil uygulayıcısı ve bence Martin Luther’i olan Pep bile City’de saf tiki takayı bırakıp füzyona evrilirken İspanya’nın düştüğü durumu görmek gerçekten üzücü diyebiliriz zira Hollanda aromalı İspanya futbol kültürü, felsefi olarak, futbola derinlik katan bir numaralı disiplin olarak adlandırılsa yeridir. Bugün Rodri Dünya Kupası rekorunu kırıp verdiği 215 pasın 204’ünü başarılı yapıyor olsa dahi takımı Japonya’ya kaybediyorsa burada bir sıkıntı var demektir. Sistemin krize girdiğini göstermektedir. Buna benzer bir durumu Barcelona, 2010 CL yarı finalinde Marino’nun Inter’i karşısında yasamış ve o eşleşme Mou’yu Real Madrid’e Barcelona futbolunun anti-dotu olarak taşımıştı. Hatırlayanlar bilir o aksam Barcelona dakikalarca yan pas yapmış ve 1 gol ile final gelecekken kaleye bir tane düzgün sut atamadan maçı bitirmişlerdi.

Fas maçını izlerken birebir de ja vu yaşamış gibi oldum, pas pas pas ama elde var sıfır. Luis Enrique sonrası dönemde bu oyun kafasını upgrade etmeleri farzdan öte bir durum olacaktır, bu kesin, zira salt tiki taka şu anda ekmek yiyemeyecek gibi gözüküyor. Klopp’un, güncellenmiş hali ile dünya futboluna sunduğu “gegen press” bu kupada “şimdilik” olmak kaydıyla egemenliğini ilan etti diyebiliriz. Daha doğrusu yukarıda füzyon adıyla tanımladığımız futbolun ana teması haline geldi. Bu Dünya Kupası’nda bariz bir şekilde fark yaratan parametreler kaybedilen topu geri kazanma süresi ve spacing dediğimiz pozisyon alıp alan kapatma olarak ön plana çıktı. Topu geri kazanma sürelerinin 6 saniye civarlarına inmesi ve 4-2-3-1 yerine 4-3-3 uygulanması sonucunda orta sahaya koyulan 1 fazla oyuncu ile alanların daha verimli kapatılarak pres gücünün artırılması bu kupanın önemli unsurlarından oldu. Aslına bakarsanız topu geri alma hızı konusundaki takıntı Pep’in 2011 Barcelona takımı ile hayatımıza soktuğu bir olgu idi ama o takımın topu geri kazandıktan sonra çevirme hızı ve Busquets-Xavi-Iniesta-Messi quartetinin taktiksel know-how’ı saf tiki taka ile bugün aynı seviyeye çıkılmasını hem taktiksel hem de insan kaynağı açısından zor hale getirdi.

Arjantin’in oyununda gördüğümüz pres gücü tiki taka soslu olduğu için tam anlamıyla füzyon kelimesinin karşılığı diyebiliriz. Orta sahadaki çete De Paul, Enzo ve Mc Allister hem koşup hem bozup hem de finaldeki ikinci gol öncesi minik bir İspanyol tiki takası örneği de sunabildiler. Bu açıdan Arjantin’e baktığımızda orta sahadaki çete “gegenpress”i temsil ederken Messi üzerine “tiki taka” sosunu döken aktör oldu.

Aklımın erdiği 1986 Dünya Kupası’ndan beri her dünya kupasının futbol kamuoyuna taktiksel ve dizilişse olarak feyz verdiğini düşünürsek, önümüzdeki dönemden itibaren bu yeni anlayışın yeşil sahalara, özellikle bas ve bas altı takımlara, hâkim olacağını düşünüyorum.

Bu anlayışın en önemli detayı fizik gücü ve kondisyon olacaktır zira Dünya Kupası’nda da görüldüğü üzere Arjantin iki kez 2-0’dan yakalandı ve ipten döndü. Bu oyun tarzı takımların 70’ten sonra sıkıntı yasamasına sebep olabilecek bir anlayış çünkü takımın en iyi bilmesi gereken şey presi yükseltip pası azaltıp direkt oyuna geçerek tempo yükseltme süresi ile top çevirme süresi arasındaki dengeyi ve geçişi ayarlama hususudur.

Futbolseverler için iyi olan nokta ise bu anlayış oturuncaya kadar bizlerin birçok defa “comeback (geri dönüş)” görecek olmamızdır çünkü bu oyunu oynayan takımların karsısına Fas gibi solid ve compact oynayan takımlar illaki çıkacak ve rakibin fiziki sarjının bitmesi bekleyerek öldürücü hamlesini yapacaklardır.

Fas bu turnuvada birçoklarına göre 2004 Yunanistan’ını sembolize etmiş gibi gözüktü ama bana kalırsa bu turnuvada Hırvatlar daha Yunandı. Her ne kadar yarı finale kalan ilk Afrika takımı dense de bu durum sahra altı milletler tarafından pek kabul görmedi. Bunun sebebi Fas’ın aslında insan kaynağı ile küçük bir Fransacık, Ispanyacık ya da Hollandacık olması idi. Fas doğumlu oyuncu miktarının bir elin parmağını geçmediği bir ortamda bence Fas, orta seviye bir Avrupa takımı gibi savundu ve hücum etti. Taktik disipline sadık kaldılar ve oyun içerisinde daha esnek ve reaktif bir görüntü sundular. Yarı finalde Fransa karsısında oyunun belli dönemlerinde sahaya koydukları hücum varyasyonları şüphesiz Deschamps’ı bayağı bir zorladı. Fas’ın oyununun da orta sınıf takımlar için bir feyz kaynağı olacağını düşünüyorum çünkü günümüz futbolunda o seviye takımlar gol yemedikleri sürece oyuna ortaklar ve bu oyun tarzı da bunu vadediyor.

Günün sonunda sıkıcı başlayan ama aksiyon filmi seviyesinde biten bir kupaya tanıklık ettik. Turnuvanın saha içerisinde bize sunduğu bazı konuları dile getirmeye çalıştım. Tabi ki bu turnuvada görev yapan hakemler ve VAR uygulamaları hakkında konuşulacak birçok nokta var onu da şimdilik sizlerin yorumuna bırakıyorum çünkü önümüzdeki günlerde başlayacak olan liglerde Katar’daki arbitrajı taklit etmeye çalışıp komik duruma düsen çok kimse olacağı için mutlaka gündemimize gelecektir. 3,5 sene sonra 48 takımla ve genel olarak Avrupa harici kıtaların duble kontenjan ile katılması öngörülen Kuzey Amerika’daki Dünya Kupası’nın büyük sürprizlere gebe olacağı ve bence, yeniden doğan ulusal takım futbolunu daha da yukarılara taşıyacağı umudunu taşımalıyız. Özellikle son yıllarda yeni nesil teknolojiye kurban olan kontinental futbolun A.B.D gibi kendisine karsı en büyük bariyeri koymuş ülkenin merkezinde olduğu bir turnuvada bir kez daha rüştünü ispatlamasını izlemek mutlaka heyecanlı olacaktır.

Günümüzün en büyük sorunsalı olan 16 yas altına futbolu 90 dakika izlettirme ve bir futbol maçını shorts ya da reels videosu formatından öteye tasıma ihtiyacı 2026’da futbolun paydaşlarının en önemli görevi olacaktır. Nice güzel dünya kupalarına tanıklık etme dileğiyle herkese sıhhat, akıl, huzur ve spor dolu günler diliyorum.



geri
Bu gönderiyi paylaş:

Kategoriye ait diğer yazılar